26 Kasım 2012 Pazartesi

İnsanlık halleri deyince neler canlanıyor insanın gözünde

    Kesif bir can sıkıntısı benim insanlık dramım. Bunu önleyecek bir olgu beklentisindeyim. Bir dizi teklifi gelse meselâ, şöyle uzun uzadıya devamlılık içeren bir rol verilse de çalışsam. Rolümü çekimlere gidip gelirken ezberlesem; bir yandan sahnede bir yandan tv'de ve hatta iyi bir yönetmenin, güzel bir senaryonun, doğru bir kadronun eşliğinde, ben de boy göstersem sinemada; oyunculuğumu sergilerken hem oyalansam hem de para kazansam. Kendime güvenim gelse. Ne olurdu sanki?

    Benim açımdan kötü olmazdı.

    Bu olgunun beklentisindeyim işte, zor da olsa, küçücük bir umut kırıntısı bile olsa beklemekteyim.

    O kadar insan arasından, beni seçecek birilerinin olmasını ümit etmekten başka bir dayanağım yok beklerken.

    Ne olurdu sanki bu halimle bile beğenilsem? Bu halime upuygun bir rol yazılamaz mı sanki?

    Şimdi beni tanıyan, bilen birileri olması lâzım ki, koşulsuz şartsız kabul ediversinler. Denemeymiş şuymuş buymuş demeksizin 'pat' diye, anlaşma yapıversinler. Tekstimi yollasınlar, çekim tarihlerini benim programıma uygun bir şekilde belirlesinler... e, oldu olacak parasal konuda da cömert davransınıversinler artık ne olacak? Beni sevindirir tabii böyle olursa, can sıkıntım anında dağılır gider toz bulutu gibi.

    Sevindirmez mi? Kimi olsa sevindirir. Kim olsa çatlatana dek göbek atar sevinçten. Oruç tutar kırk gün, kırk secdeye kapanır, bildiği kırk duayı okur, zekât verir fakir fukaraya-kurban pasta keser, et-tuz-ekmek dağıtır konu komşuya. Böylesi bir kısmet kimin ayağına gelse, böylesi bir sevinç hangi kula nasip olsa dine imana gelir be! Dine imâna!

    Bir zamanlar bu konularda çok düşünmezdim; beni sevince boğacak duygular farklıymış demek ki. Şimdiyse bundan başka bir şey düşünemiyorum. Oyunculuk, sahne üzerinde yapıldığında haz verir, mutlu ederdi. Tabii o zaman da bunun beklentisi içinde oluyor insan, o kadar sıkıntısını çektim ki bu yoksunluğun. Ne doğru dürüst oyun verdiler, ne de verileni ben değerlendirebildim.

    İçine kapalı bir yapım var benim. Öyle kolay kolay açılıp saçılıp sunamıyorum kendi kendimi. Hep birilerinin desteğine gereksinim duydum. Birilerinin beni prezante etmesini, yardımcı olmasını bekledim. Bir de kendimde sonradan sonraya algıladığım bir yanılsamam olduğunu keşfettim. Güzel kadınlarla aşık atmak gibi bir yanılsamaydı bu. Kendimi onlara yakıştırılan rollere yakıştırıyordum hep. Görsel sanatların olmazsa olmazlarının hiç birine sahip olmadığımı göremiyordum bir türlü. Tıpkı kulağı olmayan bir oyuncunun durmadan müzikal oyunlarda yer almak istemesi, şarkı söylemeye kalkışması gibi bu ne büyük bir aymazlık ve kendini bilmezlikti yarabbim.

    Başlangıçta birazcık sevimli olduğumu söylemeliyim ama. Evet.

    Biraz sevimliydim, o da çocuksu bir sevimlilikti tabii olgunlaştıkça kayboldu gitti. Sınırlı kişiliğim ortaya çıktıkça, kusurlar, yetersizlikler göze batmaya başladı ve tüm uğraşmalarım kısır bir döngüye dönüştü. Başlangıçta beni koruyanları, kollayanları da hatalı davranışlarımla elimden kaçırdım ve yavaş yavaş tek başına kaldım meslekte ve hayatta da tamamen yanlızlaştım.

    İşte bu nokta da, tüm bu gelişimin sonucunda dolayısıyla gelişen ve çığ gibi büyüyen, ne ilâcı ne tedavisi olmayan bu kesif can sıkıntısının içinde adeta hapsolmuş gibiyim.

    Dur bakayım. Belki de ilâcı ve tedavisi vardır. Can sıkıntısının ilâcı ne olabilir? Keşfetmeye çalışalım bakalım. Acaba ne olabilir? Nasıl bir şeydir?

    Eğer şu an, ölümle-yaşam arasında kalmış, yaşam mücadelesi veren biri olsaydım, mücadele etmeyi bırakıp, rahatça son nefesimi verir miydim? Yoksa yaşamak için mi direnirdim?

    Çok farklı mı durumum?

    Bu can sıkıntısı da insanı ölüme götürebilir pekâla! İntihara yol açabilir. Kişinin hayatını cehenneme çeviren bir can sıkıntısı ile ölümcül bir hastalık arasında çok büyük bir mesafe yok aslında; üstelik benimkinin ilâcı da yok. Kanserli hastaların doktorları, reçeteleri, ilâçları, kemoterapileri, alternatif tedavileri var, üstelik yaşamayı seviyorlar, çevrelerindeki insanlar tarafından da seviliyorlar. Dertlerini bilen dostları yakınları can yoldaşlığı yapıyorlar kendilerine.

    Benimkininse hiç bir tedavisi yok, dost-can yoldaşı yok, ilâcı doktoru reçetesi yok, sadece bu ölümcül sıkıntı ve ben varız. Karşılıklı olarak direnç gösteriyoruz. Dahası Hastalık-Cansıkıntısının direnç gösterip çabalamasına da ihtiyacı yok, olduğu yerde duruyor ve bekliyor sabırla. Direnen benim Benim. Çabalamaktan çatlayacak olansa benim göbeğim. Ondan kurtulmak için neye sarılacağını bilemeyen, denize düşenin yılana sarılacağı gibi karada her bulduğu çareye ve 'ah benim soğuk sevgilim' deyip buzdolabına sarılan benim kollarım. Kendimin teşhisini kendim koyuyorum, Prof. benim, ilâcımı da kendim bulmak zorundayım. Kendimin annesi 'ah, yetenekli kızım benim, geçecek bütün sıkıntıların merak etme', kendimin kızıyım, 'iyi ol annem, iyi ol'. Elbette herşey gelip geçecek bir gün, bütün bu daralmalar, kendime dost olmak, kendi kendimin can yoldaşı olmak zorundayım.

    Hangisi daha kolay? Küçücük bir yanlışta her şeye sil baştan başlamam gerekiyor. Bir ufacık gözle görünmez hata tüm doğrularımı silip süpürüyor. Bu durumda benim can sıkıntısı kanserine yakalanmamam bir mucize olurdu.

    Can Sıkıntısı Kanseri. Evet. Teşhiste bir yanlışlık yok.

    Kemoterapiyle gerilese bile, ki yazı yazmak-kitap okumak-yüzmek-yürümek-koşmak gibi faaliyetler birer ilâç ve kemoterapik etki sayılırlar, sıkıntıyı az biraz alırken, bünyeyi hırpalıyor, yoruyor, var olan iyicil hücrelerimi de tahrip edip, dayanma gücümü de yıkıp parçalayıp silip süpürüyorlar sonuçta.

    Yani sonuçta bu kanserden nasıl kurtulunur hiç bir fikrim yok.

 
18:47:12
04 Ağustos

Hiç yorum yok: