30 Mayıs 2012 Çarşamba

Yaşama Çağrı


h a b i b e  m e r i h  a t a l a y

Y a ş a m a  Ç a ğ r ı 

2012


Kişiler

Sümeray

Serpil

Asya

Erdem

Palm

Küçük Sümeray

Küçük Erdem

Bir Erkek Şarkıcı (Ezanları da okur)

Müzisyenler

Yerli Tatilciler

Yabancı Tatilciler

Pazarcılar

Yerli Halk

 

 
Birinci Perde

Denizin sesi duyulur. Ay, kalın göbekli bir karpuz dilimi sadeliğinde tepededir. Bir palmiye 
ağacının altında bir kadın silueti, önünde de, boylu boyunca uzanmış kumdan bir heykel 
görünmekte. Denizden doğru (yani izleyicilerin arasından) kadın-erkek, çocuk-genç-yaşlı, 
evli-bekâr, çiftler-tekler-guruplar halinde, mayolu-şortlu-bikinili, peştamallı- havlulu, kimi 
sarılı-kimi omuzda-kimi elde, çantalı-sepetli -denizyastıklı-simitli-paletli-şapkalı-gözlüklü-
tokyalı-terlikli, çıplak-yarı çıplak-giyinik, yalın ayak-başıkabak tarzında insanlar-insancıklar, 
kadının ve palmiyenin sağından ve solundan sel gibi akarak, sahnenin arkasında kaybolurlar.
 
SÜMERAY   -'Yol' da 'Yolculuk' da insana dair… insanla birlikteymiş… Yürümeye
                        başlayınca dikilip de ayağa, ikiye yarmış araziyi geride bıraktığı izler.
                        Dahası yolunu belirleyen o ilk adım, kardeşkanıyla çizmiş sonrasını 
                        da, elle… İlerledikçe, adımları adımlarının ırağına düştükçe; çıkan bir
                        mesafe kat ettikçe, görecekti elbet 'yol'un çatallaşacağını diğerleri ve
                        değerleri arasında, gördü de nitekim. Ulaşmak istediği hedef, 'Bir Yol 
                        Hikâyesi’nin 'Kahramanı' yaparken onu, faili meçhul bir soruya 
                        dönüştü 'gitmek' fiili de 'yol' ekseninde. Nereye doğru ama? Sonu
                        başı belirsiz; kenarı-çizgisi-bölümü-kademesi olmayan; öylesine 
                        uçsuz bucaksız bir arazinin içindeydi ki; her yan dağ, taş, ot, 
                        deniz'di bulunulan noktada; 'hedef'miş, 'yön'müş, 'taraf'mış; 
                        hiçbirimizin öyle bir mefhumu yokken, neye ihtiyaçtandır bilinmez, 
                        atmıştı işte o adımı, o ilk adımı… ve… nereye doğru? Neydi ki sebep 
                        seni ana kucağından düşürüp buna zorladı ve sen gittin, yol ettin 
                        hayatını; yön çizdin, yol aldın... Sevgili memesine miydi ki zamanı 
                        adımladın... o gün bu gün... vardın ölüm kucağına... Ve işte
                        yolsuzsun gene; dahası ilk günkü gibi, etrafın yeşil çimen-dağ-taş-
                        ağaç-deniz-kum her yanın. Nerede adımlarının izi? Hani araziyi
                        yarıp bölen o boşalan damarın? Pusulan ne yanı gösterir evlat?
                        Göbek bağının düştüğü yerdesin işte, nah işte topraktasın. Anan da o 
                        artık senin şimdi yavuklunda! Geldin mi? Dönüp dolaşıp toprağına
                        geldin mi? Ama hep. Hepten. Hiçten değil heç, hiçe değil. Hepten 
                        hepe... Dolaşma da dalaşma da bu ikilem üzerinden yürüdü mü 
                        yürüdü. 'Hep'le 'Hiç'ten. Bu iki düşünce, "hep'ten gelip 'hep'e", 
                        "hiç'ten gelip 'hiç'e" gitme düşüncesiyle çatallaşıyor yeniden
                        yolcumun o dimdik yolu. Birinin ayağı toprağa kakılı, diğerininki
                        dikili havaya. Birinin havası suya yoğruluyorken boğuluyor kalbimiz
                        suda; diğerinin   toprağı ateşi doğuruyor, yalıyor ruhumuzu alevler.
                        Su toprağa ateş havaya değdi derken karışıp gidiyor zaman, karışıp
                        gidiyor insan... 'Yol'un 'başı ve sonu' beliriyor işte bu noktada... 
                        Ve işte insan yine olup olacağı belirliyor. Bırak bırak! Hiçbir şey 
                        doyurulamaz bu hayatta. 'Yolcu' olmayı seçenin 'yol'a
                        doyurulamayacağı gibi, insan da hiçbir şey ve şekilde doyurulamaz.
                        Bunun da artık toprak doyuracak gözünü çare yok. Ruhun da yine 
                        çaresi yok uçacak... uçacak... uçacak!

Sümeray kum heykelin başına yavaşça çökerken sahneye palmiye dallarının arasından ışıklar yayılır.
Denizden çıkıp sahne arkasında kaybolan kalabalık bu kez ters yönden, giyinmiş kuşanmış süslenmiş püslenmiş takmış takıştırmış sürmüş sürüştürmüş şık şıkırdım bir halde, bir erkek şarkıcı ve müzisyenler eşliğinde sahneye üşüşüp, palmiyenin etrafında bir çember oluşturarak hep beraber eğlenceye dalarlar. Şarkıcı romantik bir parçaya başlayınca çiftler dans ederler.


ŞARKICI      -'Hey sen!' de ki: "İsteyerek değer elim
Hamurdur çamur ruhum sen de dinlenir!"
'Hey sen!' de ki: "Benzeşerek gelir zaman
Denizde yağmur dillenir…"
'Seni tanımak…' O ışıklı yosun harelerinden
Süzülen bir göz damlası olup
Geçmek derin tünellerinden
Ve 'seni tanımak'…
Hızlı düşünce yükseklerine
Çıkıp-Binip meteoruna yağmurlarının
Konuklandırmak içinden geçtiğim
Yolcuyu İnip içime.
Defalarca 'seni tanımak'
Beni tanımak 'aslı' itiraf ediyorum işte:
Benim öpüşüne hasret!
Defalarca 'seni tanımak' Beni tanımak 'aslı'
itiraf ediyorum işte: Bedenine yolcuyum
Bedenimle yolcuyum
Hevesle geçip gitmeye kendiliğimden.
Bedenine yolcuyum Bedeliyle yolcuyum
Hevesle geçip gitmeye…
'Ya sen?' de bana: "Peki ya sen?"

Şarkı ve dans sürerken âşık bir çift olan Serpil ve Asya kalabalığın içinden sıyrılırlar. Birbirlerine sımsıkı sarılmışlar ve sevgi dolu bakışmaktadırlar. Şarkı sona erince kalabalık ve müzisyenler geri planda kalırken âşıklar öne çıkar.

SERPİL         -Güzel bir akşam değil mi?
ASYA            -Evet. Sen de çok güzelsin bu akşam.
SERPİL         -Sen de fena sayılmazsın.
ASYA            -Niye öyle bakıyorsun?
SERPİL         -Hiiç!
ASYA            -Bir şey mi oldu?
SERPİL         -Yooo! Ne olabilir ki?
ASYA            -Ne bileyim. Gözlerin bir tuhaf bakıyor da.
SERPİL         -Öyle mi? Nasıl bakıyor?
ASYA            -Bir muziplik yapacakmış gibi.
SERPİL         -I-Ih!
ASYA            -Bak yine! Hadi çıkar şu baklayı ağzından artık bak iyice yeşerdi!
SERPİL         -Asya.
ASYA            -Hı!
SERPİL         -Batıl inancın var mı?
ASYA            -Yok. Nerden geldi aklına?
SERPİL         -Hiç öylesine geliverdi. Korktuğun herhangi bir şey var mı peki?
ASYA            -Var birkaç şey her erkek gibi.
SERPİL         -Nedir?
ASYA            -Korkularım seni kaçırır diye korkuyorum.
SERPİL         -Hayır lütfen kaçırmaz. Söylesene. Nelerden korkarsın?
ASYA            -Birincisi kötü insandan korkarım ben. İkincisi de kötü zamandan.
SERPİL         -Yani kısaca ‘kötülüklerden’ korkuyorsun.
ASYA            -Evet. Hem de çok. Kötü davranış, kötü laf, kötü bakış, kötü emeller...
SERPİL         -Hastalık halinde mi peki?
ASYA            -O da kötü bir hal tabii ondan da Korku Hastalığından da korkarım
                       ama hayır o denli hastalıklı değilim henüz.
SERPİL         -Çok şükür! Sağlıklı olmayı arzularız ama vücudumuzun doğası
                       hassas biraz. Çabuk kırılıp dökülüyoruz. Peki… ya ölümden?
ASYA            -Hastalıktan mı ya da bir nedenle ölmekten mi?
SERPİL         -Genel olarak ölmekten.
ASYA            -Ölümün kucağına doğduğumuzu düşünüyorum. Ölüme bir alın 
                       yazısı olarak bakıyorum. Kaçışımız yok. Zamanlı zamansız hepimiz 
                       öleceğiz. Ancak cezalandırılmak düşüncesi beni titretiyor... kötüyle 
                       cezalandırılmak hem de… bu düşünce feci bir ürperti veriyor.
SERPİL         -Hani şu kızcağızın başına gelen gibi mi? Testereyle kesip doğramıştı 
                       hani bir delikanlı.
ASYA            -Davası hâlâ sürüyor sanırım.
SERPİL         -Evet.
ASYA            -Mesela o kızcağızın başına gelen şey çok feciydi gerçekten ama asıl 
                       korkunç olan delikanlının durumu bence.
SERPİL         -Ölümü kötü bir şekilde, kötülük olarak, kötü bir insanının elinden, 
                       kesilerek tattı. Ölüm de bir melek aslında ve o delikanlıda zuhur etti 
                       bu kez.
ASYA            -Ölüm meleği her şeyde zuhur edebilir yani. Her şey bir an da ölüm 
                       meleğine dönüşebilir. İçtiğimiz su yediğimiz aş, deniz kum güneş... 
                       bugün sağlıklı zannettiğimiz birçok şey bir noktada yok edici bir 
                       kötülüğe bürünebilir. Benim korkum öldürmeyen ama bedbaht eden 
                       kötülük daha çok. İçimi kemiren, iç barışımı bozan, huzur vermeyen 
                       kötülük.
SERPİL         -Ani gelen ölüm-öldürülmek bile olsa ölen açısından bir kötülük gibi 
                       gelmiyor o zaman sana.
ASYA            -Sanırım evet. Arkada kalan- ölüm meleği rolünü- bir şekilde 
                       üstlenmiş kahraman çok daha korkunç durumda. Eylemi bitip de, o 
                       kötülük ruhu üzerinden akıp geçtikten sonra bütün masumiyetini 
                       yitirmiş ve geleceğini kaybetmiş, zavallı bir mahlûk kalıyor geriye.
SERPİL         -Evet ya. Ne kadar acı değil mi?
ASYA            -Evet. Düşünsene ömrünün sonuna kadar katil damgası yemiş biri 
                       olarak yaşayacak.
SERPİL         -Ne korkunç.
ASYA            -Ömrü boyunca zayıflığının, bilinçsizliğinin bedelini ödeyecek
SERPİL         -Hem de nasıl!
ASYA            -Yasalarımızda insanın insanı öldürmesi, savaş haricinde, 
                       cezalandırılması gereken bir eylem oldu hep.
SERPİL         -Tanrı öyle istemişse o ayrı elbette değil mi?
ASYA            -Öyle ama insan bunu Tanrı'nın değil Şeytan'ın yaptırdığına inanır. 
                       Allah -kazadan, beladan, yokluktan sakınan, koruyandır insanı-
                       insanın düşüncesinde. Sadece onun kendisini nasıl yok edeceğini
                       hiç düşünmez.
SERPİL         -Öyle ya. Her şey güllük gülistanlıkken-mutlu mesut-kötülüklerden 
                       uzak yaşanırken ölüm nasıl işini yapacak? Değil mi? Yolunda 
                       gitmeyen bir şeyler olmaksızın nesiller nasıl değişecek?
ASYA            -Her şey allahtan kuşkusuz. Şeytan da ölüm ve yaşam da allahtan.
SERPİL         -Evet. İyi de kötü de... bence korkun da geçmiştir artık ha ne dersin?
ASYA            -Haklısın. Şimdi birden bire saçma gelmeye başladı. Aslında hiçbir 
                       şeyden korkmamak lazım. Ama bu herkes için nasıl gerçekleşecek 
                       bilemeyiz.
SERPİL         -Aslında bu tarz güvenin arkasında da güçlü bir inanış yatmıyor mu?
ASYA            -İsa'nın Musa'nın Muhammed'in inancı gibi mi? Benim o kadar somut 
                       bir inanışım yok aslında. Müslüman bir ülkede doğduk büyüdük ama 
                       öylesi bir inanç tohumu ekili değil sanki içimde.
SERPİL         -Ben de öyle. Herhangi bir Tanrı idesi ve iradesine yaslanarak 
                       yaşamıyorum. İnanç duyumumda da öyle cennetler-cehennemler 
                       melekler huriler gılmanlar falan da yok ama bu mefhumların
                       objeleşmiş varlıkları yine de hoşuma gider. Evimde bir melek
                       orkestrası koleksiyonum var benim mesela. Çok hoşuma gidiyor 
                       onları öyle minik biblolar halinde diğer eşyalarımın yanında görmek.
                       Bir de öyle tatlı yapılmışlar ki! Çok şirinler.
ASYA            -Aslında benim de bütün o yaşanmışlık-lar ilgimi çeker hep. O 
                       tarihsel-kültürel doku içinden öne çıkan o isimler ve onların 
                       hayatları. Zaman zaman içine dalıyorum ama yine de beni inanç 
                       boyutunda somut bazı tavırlara yöneltmiyor bu merakım. Namaz 
                       niyaz filan yok yani bende. Söyleyeyim.
SERPİL         -Baksana... Bence 'Batıya yürüyen doğuyu yaşar.' 'Fırlatılmış Ok'ta 
                       yayını ne denli sevse de saplanmaya mahkûm olur bir hedefe.' Ve... 
                       tatlım 'Bilmek dahi yetmez bazen... her şeyi!'
ASYA            -E n'apalım? Varsın öyle olsun yancak yakıncak değilim artık sana 
                       kavuştum ya.
SERPİL         -Gidelim artık hayli geç oldu.
ASYA            -Serpil! Seni çok seviyorum.

Asya Serpil'i kucaklar bir çırpıda. Gülüşerek ve koşarak sahneden çıkarlar. Sabah ezanı ve ardından güneşin doğuşu. Palmiye ağacı günün ilk ışıklarıyla aydınlanır. Etrafta tek tük yürüyen koşan genç yaşlı kadınlı erkekli mayolu bikinili şortlu eşofmanlı çıplak ayaklı sportif insanlar belirmeye başlar. Değişik diller de selamlaşanlar, sohbet edenler gelirler giderler. Üzerinde mayosuyla Sümeray görünür. Denize doğru (seyircinin arasına) ilerler. Islanarak çıkar denizden. Kıyıya (sahne ağzına) oturup, gözlerini kapatıp güneşlenmeye başlar. Telefon çalar. Telefona uzanır ve açar. Erdem'dir hattın diğer ucundaki.

ERDEM        -Canı sıkılan insan ne yapar söylesene?
SÜMERAY   -Elbette tatile çıkmaz!
ERDEM        -Hadi ya!
SÜMERAY   -Evet. Çevresini koklar, bakınır, oyun oynar ve elindeki olanaklarla 
                       gidermeye çalışır can sıkıntısını. Durmadan çalışır ve çok para 
                       kazanır.
ERDEM        -Neredesin? N'apıyorsun?
SÜMERAY   -Kuş cıvıltıları arasındayım, esintili bir gölgelikte ve yeşilliğin tam 
                       göbeğindeyim ve bil bakalım ne yapıyorum?
ERDEM        -Çoğumuzun arayıp özlediği ama bulamadığı cennettesin desene!
SÜMERAY   -Cennetteyim tabii ya cennette! Ne sandın? Aslında doğru söylemek 
                       gerekirse evimin manzarası bulvara bakıyor şekerim.
ERDEM        -Araç gürültüsünden geçilmiyor yani ortalık toz duman o halde.
                       Oh! Oh! Şimdi rahatladı biraz içim.
SÜMERAY   -Bak sen. Birileri kıskanmış! Gerçi henüz yoğunlaşmadı pek rahatsız 
                       edici değil de ilerde ne olacağını tahmin edebilirsin yine de.
ERDEM        -Ediyorum tabii malum gelişime dur denemez. Orası da her cennet 
                       mekân gibi kalabalıklar tarafından canına okunacak bir gün. Yaşasın! 
                       Sana gıpta etmekten kurtulacağım o zaman.
SÜMERAY   -Seni sinsi şey seni.
ERDEM        -Şimdilik sükunetinin tadını çıkar bakalım eninde sonunda gelecekte 
                       sen de düşeceksin bizim durumumuza.
SÜMERAY   -Vay hain! Gelecekte kim öle kim kala be. Önemli olan şimdi’ dir 
                       canım!
ERDEM        -Güzel bir yerdesin haydi haydi. Bence de keyfine bak. En güzel 
                       zamanların bunlar tadını çıkar bakalım.
SÜMERAY   -Sağol. O yüzden buradayım ya zaten.
ERDEM        -Ben de sakin olmak için zorluyorum kendimi. Her an galeyana 
                       gelebilecek bir haldeyim ya hadi hayırlısı.
SÜMERAY   -Ama sesimi duydun iyi geldi değil mi?
ERDEM        -Sanırım biraz rahatlattı.
SÜMERAY   -Sevindim ben de tabi iyi yaptın. Neden daha sık aramıyorsun ki?
ERDEM        -İstikrarı korumak ve bir norm tutturmak icap ediyor burada herhalde 
                       değil mi?
SÜMERAY   -Anlıyorum. Aslında burada da öyle.
ERDEM        -Hem bu yaşadığımız yeni bir model de sayılmaz. Bizim gibi birçok 
                       insan vardır.
SÜMERAY   -Tatilde sen orada ben burada şarkısını söyleyen mi? Evet kesinlikle 
                       vardır.
ERDEM        -Evet.
SÜMERAY   -Bizimkisi burada biraz yadırgandı gerçi.
ERDEM        -Nasıl yani?
SÜMERAY   -Buralar az biraz içe kapalı, hatta mutaassıp. Eş-dost, akraba-ahbap 
                       falan filan gırla, cümbür cemaat tatile çıkıp-geldiği bölgedeyim, 'Tam 
                       takım' ların bölgesinde! Ana-baba, çoluk-çocuk, büyükanne-
                       büyükbaba da dâhil hatta bu güruha, anlayacağın maaile dolanıyorlar.
ERDEM        -Anladım. Seninse ne önceki ne şimdiki halin pek uymaz bu sınıfa.
SÜMERAY   -Yani.
ERDEM        -E… senin modundaki biri de oraya yakışmaz zaten.
SÜMERAY   -Aslında bulutlu havalar da buraya pek yakışmıyor ama allahın işine 
                       bak ki havalar da tıpkı ben. Canı bir istiyor açıyor canı bir istiyor 
                       kapıyor.
ERDEM        -Sağı solu belli olmuyor esip gürlüyor yani… Aman canım aslında 
                       yadırgatıcı-uyumsuz gibi gelen şeyler anlık ve değişken olur, bir süre 
                       sonra hiç de yadırgatıcı gelmezler. Canının istediğini yap sen, boş ver
                       etrafı.
SÜMERAY   -Yine de araman iyi oldu bak. Benim de içimde bir hüzün vardı.
ERDEM        -Yalnızlık hiç de insana uyan bir şey değil.
SÜMERAY   -Evet ama yalnız kalmamak derdine düşüp her şeye de katlanmak gibi 
                       bir zorunluluğumuz olamaz.
ERDEM        -Merak etme. Aramızdaki sorunları çözemeyeceksek yalnız olmak 
                       derdini çekmeyi tercih ederim ben de.
SÜMERAY   -Çarem sensen bile çaresizliği yeğlerim diyorsun yani.
ERDEM        -Evet.
SÜMERAY   -Evet. Ben de artık ne istediğimi çok iyi biliyorum. Kaynak içimde.
                       Ruhum benliğini bulacak.
ERDEM        -Ee! Bu düşüncenin bir faydası oluyor mu bari?
SÜMERAY   -Bir süreliğine de olsa sakinleştiriyor diyebilirim evet.
ERDEM        -Hı! Sonra? Daha beter mi oluyorsun?
SÜMERAY   -Sanki… gibi…
ERDEM        -Tabii morfin etkisi gösterip de tak diye bütün derdi tasayı kesmesini  
                       bekleyemezdik.
SÜMERAY   -Bence de etkisini zamanla gösterecek inanıyorum buna.
ERDEM        -Nasıl bir etki bekliyorsun ki?
SÜMERAY   -En birincisi ne yapacağını biliyor olmak iyi bir şey olsa gerek öyle 
                       değil mi? Yani öncelikle bu konuda bir aşama kaydetmek istiyorum.
ERDEM        -Fena fikir değilmiş. E' başka?
SÜMERAY   -İkincisi… kaynağın içimde olduğunun farkındayım ama henüz çıkış 
                       noktasını ya da giriş kablosunu mu diyeyim bulabilmiş değilim.
ERDEM        -Enteresan.
SÜMERAY   -Üçüncüsü de… zaten bu mantra da her şey zincirleme halka halka 
                       birbirine geçmiş durumda. Biri belirince öbürünü de sürükleyecek 
                       ardı sıra. İşte kaynağın içimde olduğu ifadesi de bu zincirin baş
                       halkası ve en önemli belirtisi sanki.
ERDEM        -Yani? Kaynak içinde biliyorsan… onun kapısını-tıpasını-vanasını-
                       datasını artık neyi varsa perdesini-şifonyerini-camını-damını bulup 
                       foşş diye içine mi dalacaksın?
SÜMERAY   -İlkin elimi ya da ayak parmağımın ucumu daldırırım belki. Ama artık 
                       yerini biliyorum kaynak içimde ve şimdiden sonra da onun içimdeki 
                       temas noktasının yerini bulacağım.
ERDEM        -Tamam. Anladık ama ne olacak yani? Sonuç?
SÜMERAY   -İşte ruhum benliğine kavuşacak o zaman!
ERDEM        -Hadi ya! Yani hepsi bu mu? Bunun için miydi?
SÜMERAY   -Ne demek istiyorsun?
ERDEM        -Yani ne demek şimdi bu ?
SÜMERAY   -Yani ne demek 'Ne demek şimdi bu'?? Bunda anlaşılmayacak ne var? 
                       Özü bulacağım diyorum sana yani özü!
ERDEM        -Haa...
SÜMERAY   -Özümü!
ERDEM        -Haaa...
SÜMERAY   -Bu demektir ki yaradılışımdan gelen bütün yapısal özelliklerim
                       bilinç yüzeyine çıkacak bu da beni rahatlatacak.
ERDEM        -Haaaaa...
SÜMERAY   -Bütün bunların sonucunda da yeniden biliyor olacağım.
ERDEM        -Ha? Neyi?
SÜMERAY   -Ne yapacağımı! Ne yapmam gerektiğini!
ERDEM        -Manevi bir döngüsellik içindesin yani.
SÜMERAY   -Evet. Ve büyük bir yardım gelecek hayatıma ve büyük bir değişiklik. 
                       Zamanı geldi hissediyorum. Ve benim kaynağımdan birçok kişi 
                       yararlanacak. Bunun sorumluluğunu taşıyorum ve işte kaynağıma 
                       doğru böyle böyle adım adım fersah fersah ilerliyorum. 

Sümeray telefonla konuşarak sahneden çıkarken sözde deniz kıyısı iyice dolmuştur ve herkes kıyının (deniz-güneş-kum) keyfini çeşitli şekillerde çıkarmayı sürdürmektedir. Kalabalık Sümeray'ın sözlerini koral olarak tekrarlar. 

Zamanı geldi
Kaynak içimde
Bu beyin iyileşecek
Bu beden işleyecek

Bu akıl büyük işler başaracak
Bu zekâ büyük işler gerçekleştirecek
Harekete geçeceğim
Zamanı geldi

Harekete geçireceğim
Zamanı geldi


Büyük bir yardım gelecek
Temas kuruyorum kaynağımla
Herkes yararlanacak
Çocuğum, karım, kardeşim,
Babam, arkadaşım, komşum,
Kocam, dostum, sevdiğim...
Paylaşacak! Paylaşacak!
Zamanı geldi

Zamanı geldi
Saydam bir şekilde bulunduğum yerdeyim
Nerede bulunmak istiyorsam ordayım
Yaptıklarımdan pişman değilim
Yaşadıklarımdan hiç pişman değilim
Ruhum ve bedenim aynı yerde
Bulduğum her değer paylaşılacak
Maneviydi arayışım öyle kalacak
Zamanı geldi

Güvenim tam kendime
Eyvallah! Evelallah!

Üstesinden gelebilirim her şeyin
Eyvallah! Evelallah!

Durmayarak koşarak
Gerçek değerler oluşturacak
Sahte değerlere sığınmayarak
Kendini adayıp her şeyi aşacak
Benliğine ruhuna sahip çıkarak
Zamanı geldi

Bu ruh benliğini bulacak
Zamanı geldi

Hareket eden bu zeminde kaynağa yöneldim
İlerliyorum adım adım
Sorumluluk aldım devam edeceğim
Bu duruş güçlü bir duruş
Bereketli bir duruluş
Duruş olmayan bir duruş
Zamanı geldi

Büyük bir yardım gelecek
Zamanı geldi

Bir bütünüm artık ben
Tek başına kapsamlı ve büyük
Bu bütünü hiçbir şey değiştiremeyecek
Ayırıp parçalayıp yok edemeyecek!
Her şey benim ve ben her şeyim!
Bu düğüm çözülecek
Eyvallah! Evelallah!
Zamanı geldi

Aşıyorum artık
Kişiliğim her şeyin üzerinde
Problemler blokajlar sonuçlarına ulaşacak
Zamanı geldi 

Palmiye ağacının ardından Palm fırlar. Uzun ve ince biridir. Üzerinde kumlu keten kumaştan ve bol kesimli-soluk yeşil-toprak-turuncu-sarı renklerinin uyumlu kombinasyonuyla tasarlanmış bir safari takım elbise vardır. Ayağında sandalet, başında hasır şapka ve elinde de büyücek zarif bir yelpaze taşımaktadır. Hem kadınsı hem erkeksidir. (Erkek oyuncu oynarsa kadınsılaştırılmalı, kadın oyuncu- oynarsa erkekleştirilmeli.) Biraz soytarıvari bir yumuşaklıkta, kâh ağacın etrafında dönen merdivenlerde görünür, kâh ağacın tepesinde, kâh yerlerde yuvarlanır. O mekânın tek gerçek tanığıdır. Palmiyenin kuma ekildiği zamandan itibaren orada ve oralıdır. Palmiye ağacının ruhudur görünen, konuşan. Ağacın içinden, kalbinden, dilinden, aklından, gövdesinden, derisinden gelen ilginç bir lehçesi ve anlatısı vardır. Kâh koşar yuvarlanır kâh dans eder kalabalığın arasına karışır eşlik eder koroya. Bazen bir puro çıkarır tellendirir bazen da kalabalığın malzemelerini aşırır. Yer içer keyfine bakar. Kalabalıkla birlikte ve ayrı durmaksızın dolaşır durur sahnede. Kalabalık dağılırken o sahnenin ortasında bir şişe şampanyayı patlatır. 

PALM           -Biz ağaçlar toplumu, çürüyen meyvelerimizi dalımızda tutmayız hiç. 
                      Bizim çürüyen meyvelerimiz olduğu gibi toprağımıza düşerek 
                      özümüzü besleyen gübrelere dönüşürler. Sizin de bizler gibi çürüyen 
                      şeyleriniz vardır herhalde. Çürüyen kokuşmuş anılarınız mesela… 
                      geçmişinizde. Vardır vardır. Onların da hafızalarınızdan tek tek 
                      düşmelerinin vakti çoktan gelmiştir eminim. Mengzi der ki "Köpeğini 
                      ya da tavuğunu kaybeden biri hemen onları aramaya koyulur ama 
                      doğduğunda sahip olduğu ve sonradan kaybettiği iyiliğini hiç aramaz 
                      nedense!" Sizce de bu çok hayıflanası bir durum değil mi?
                      Sağlığımıza Bayanlar! Beyler! Sizlerin çok kötü iki alışkanlığınız var 
                      biliyor musunuz?. Nedir biliyor musunuz? Bilmiyor musunuz? Bilmek
                      ister misiniz peki? Pekâlâ! Birincisi çok kötü bir alışkanlık, 
                      söylüyorum şimdi: Çok kolay kötü alışkanlık ediniyorsunuz be! Evet! 
                      İkinci çok kötü alışkanlığınız da, iyi alışkanlıklarınızı çok zor elde 
                      ediniyorsunuz! Gerçekten. Düşünün bakın ne kadar doğru olduğunu 
                      kendi yaşamınızla kanıtlamış olacaksınız kendinize. İçki, sigara, 
                      kumar ha? Ya ya! Çay kahve yanında sigara! Ha? Nasıl ama? Böyle 
                      eleştirilince ancak anlıyorsunuz değil mi! Hemen de çabucak 
                      kavrıyorsunuz! Ya spor? Ya her akşam diş fırçalamak? Nafile değil
                      mi? (Seyircilerden birinin göbeğini işaret eder.) Söylesenize bu dana
                      mı kuzu mu kuzum? Hı! Sebze mi! Yok canım! Yok yok! Hâlâ 
                      disipline sokamamışsın kendini. Gördünüz mü? Sokamıyorsunuz işte.
 
                      Sağlıklı yaşam ve beslenmeye alışamıyorsunuz ama bakıyorum
                      dilinizden de düşürmüyorsunuz.

1. KİŞİ          -Her şeyin başı sağlık.

PALM           -Tabi tabii!

2. KİŞİ          -Eline sağlık şekerim!

PALM           -Aman şekerim afiyet olsun!

3. KİŞİ          -Ayağına sağlık iyi ki geldin arkadaşım!

PALM           -Ay çok naziksin sen de gel beklerim.

4. KİŞİ          -Sağlık olsun ayol! Senden değerli mi?

PALM           -Ya! İşte böyle. Sana gelince... senin işin gerçekten zor. Kendini 
                      sıfırlaman ve yeni milatlar başlatman hayli zaman alacak gibi. Bense 
                      yakında yüzüncü yaşımı kutlamaya başlayacağım. Vay be! Yüz mü 
                      dedim! Bugünleri de gördük ya! Hiç hayal etmiyordum doğrusu.

İkinci Perde 

Pazar yeri. Bir gurup pazarcı, pazar malzemeleriyle palmiyenin altına yerleşmişler. Tenteler çekilmiş, tezgâhlar mevsimlik meyve ve sebzelerle donanmış. Pazarcılar bağırış çığrış kıyameti koparır tezgâhlarının başında. Bir pazarlıktır başlar müşterilerle aralarında. Yine her dilden konuşmalar duyulur. İnsanlar gelip geçerken birbirleriyle selamlaşır. Serpil, karnı burnunda, cep telefonuyla konuşarak gelir, pazarda dolaşmaya başlar. 

SERPİL        -Geçim derdi yok. Ekonomisi gayet tıkırında.  Evet. Evi de var, 
                      arabası da. Hayır, markası Ferrari değil tabii! Kazancı normal 
                      diyorum ama hiçbir geçim sıkıntımız yok çok şükür. Hayır! Hayır! 
                      Sağlık sorunu falan da bulunmuyor. Yok! Akraba sorunu falan da 
                      çekmiyoruz Anne! Evet anne merkezi bir yerde oturuyoruz. Çocuk 
                      mu? Ah! Hayır anne çocuksuz. Ayrılmamış! Hiç evlenmemiş ki 
                      zaten! Hı-Hı! Sanatı çok seviyor evet. Bayılıyor. Entelektüel bir 
                      kafası var. Süper düşünceli- Muhafazakâr mı? Yoo! Hiçte değil. 
                      Kıskanç mı? Hayır! Son derece serbest fikirli. Kötü alışkanlığı da yok. 
                      Ne içki ne kumar ne at yarışı, sigara dahi kullanmıyor. Ne? Hayır
                      anne! Neler geçiyor aklından. Seks düşkünü falan asla değil Anne! 
                      Psikolojisi de gayet sağlam. Ruhsal durumu iyi diyorum. Ay sesin de 
                      gidip gidip geliyor. Duyuyor musun şimdi? Alo anne! Hah! Evet evet. 
                      İyi, mütevazı, saygılı, sevecen, tanıyınca bayılacaksın. Zeki, becerikli. 
                      Hayır, ne kör ne sağır anne! Gözü görüyor, kulacı duyuyor, ayağı 
                      yürüyor, beli sağlam- eli de var kolu da var. Hiçbir uzvunda bir 
                      eksiklik fazlalık yok anne! Çıldırtacak bu kadın beni! Nerden mi 
                      biliyorum? Eh pes yani! Of anne off! Hangi çağda yaşıyorsun sen? 
                      Mükemmele yakın hatta öte de denebilir. Yabancı dil konuşuyor, 
                      çeviriler yapıyor, Türkçesi harika zaten! Çok iyi bir eğitim almış 
                      kısacası dört dörtlük yetmez dört sekizlik, dört on sekizlik hatta! İşte 
                      öyle bir erkek yani anneciğim. Dedim ya görsen sen de çok seversin. 
                      Böyle birinin bekâr kalmasına inanamıyor musun? Aman anne ben de 
                      sana inanıyorum! Bu bir tercih meselesi. Ne? Evet. Tamam. İtiraf 
                      ediyorum. Bir evlilik geçirmiş haklısın ama fazla sürmemiş. Hayır! 
                      Hayır! Eminim çocuk falan yok ortada! Ah! Yok öyle bir şey. İkinci 
                      bir deneme için de cesareti kalmamış anne! Kadın çıkıp gitmiş 
                      hayatından. Evet, çünkü benim gibi bir hatun çıkmamış karşına! Ah! 
                      Ah! Evet. İşte bu nedenle yıllardır beni beklemiş anne! Ne? Kaç yıldır 
                      mı? Off! Benden bir kaç yaş küçük. Aslanlar gibi hem de çok yakışıklı.
                      Değerini bilecek bir kadını sevebilirdi ancak işte o da ben oluyorum!
                      Buradayım! Gel beni al o zaman anne! Anne gebeyim ben! Bulursan
                      alırsın artık! Ah! Ve de şu anda da sancım başladı... Ahh! Anne sancım
                      var, doğuruyorum galiba seni sonra ararım! Ah! Asya! Asya yetiş!
                      Sancı çoğalıyor yetiş!
ASYA           -Yetiştim yetiştim Serpil!
SERPİL       -Çabuk Asya ebeyi... ebeyi ara çabuk! Suyum suyum... Sümeray 
                     geliyor Asya! Sümeray! Çabuk ol!
ASYA            -Serpil! Tamam arıyorum panik yapma.

Pazar yeri bir anda karışır. Bu karmaşa esnasında ışıklar değişir. Sahne gerisindeki saray büyüklüğündeki otelin ışıkları yanıp söner. Pazar toplanmış insanlar dağılmış sahne boşalmıştır. Gün batımı. Akşam ezanı okunmaktadır. Sümeray kucağında kendi bebekliği, girer.

ASYA            -Nasıl bir kaderdir bu?
SÜMERAY   -Bu şeyi bu kadar çok isterken ondan uzaklaşılır mı?
ASYA            -Bazen böyle oluyor işte ne yazık ki. Sümeray. Kızım. Götürün onu 
                       buradan! Neye en çok yakınlaşmak istediysem uzaklaşıyor benden ve 
                       neyden kaçıyorsam üzerime doğru geliyor sanki. Anlayamıyorum. 
                       Neden? Nedir bu? Neyin bedeli? Neyin borcu bu bir türlü bitmiyor?
SÜMERAY   -İnsan tabiatı diyerek kestirip atsak rahatlatıcı olur muydu?
ASYA            -Belki de hakikaten mutlu insanlık naif bir tasarımdan ibaret. 
                      Sümeray… Kızım. Yavrum. Adı Sümeray olsun istemiştik kızımızın. 
                      Tam bu yeni ayla ruhumuz daha da beslenecek derken tersine bir açlık 
                      kaplıyor şimdi içimizi. Bu sonun bir gün geleceğini düşünmüyor 
                      değildik. Ama kışın ardından baharla birlikte çiçeklerin 
                      tomurcuklandığı, yeşillendiği-şenlendiği bu dönemde geleceğini hiç 
                      düşünmemiştik. Bir bahar muştusuyla kavuşacağını hayal ettiğim 
                      bedenlerimiz şiddetle kesilerek koptu birbirinden. Tam da onun 
                      bedeninde yeniden dallanıp budaklanıyorken sökülüp atılıyor 
                      sevgim… Gövdesiz kaldım! Ah!
SÜMERAY   -Unutulacak. Aklından bir çırpıda uçup gitmesi beklenemez tabii ama  
                       unutacaksın…
ASYA            -Unutulacak elbet. Bu acı da.
SÜMERAY   -Belleğin o denli uzak değil şu an… ama yeni olgular yaşandıkça 
                       eskilerin üzerlerine bir örtü serilecek tül gibi zamanla ve küllenecek 
                       zihnindeki ateşten anılar ve uzaklaşacaksın sen de bu acıdan.
ASYA           -Delirmek üzereyim. Delirmek üzereyken ne yapar insan? Nasıl 
                      direnir? Nasıl katlanır bu acıya?
SÜMERAY   -Kendini bilen kişi en yakın sevgiye sarılır. Sen bir babasın artık. Bak!
ASYA            -Tam tersi ona saldırmak istiyorum! Kendimi deliliğe teslim etmek 
                       istiyorum.
SÜMERAY   -Eserin tamamlandıysa… bittiyse yaşamda yapacakların… buyur 
                       serbestsin delirmekte ama hayatın bir yapıt olduğunu, yapıcısının da 
                       kendimiz olduğunu düşünmüyor musun?
ASYA            -Bu acıyı ben mi tasarladım! Ha?
SÜMERAY   -Bu da kendi gücünü başkalarına teslim etmek anlamına gelir.
ASYA            -Başkalarına mı?
SÜMERAY   -Evet. Başkalarına. Senden daha yüce, senden daha kararlı birilerine. 
                       Müslüman olarak doğmamış mısın? Dön bak geçmişine. Gücünü 
                       kime neye teslim ettiğini orada pekâlâ bulabilirsin.
ASYA            -Müslüman olarak doğmuşsam ne olmuş, bu bir tesadüf sadece. Hem 
                      öyle bir inanış ekili değil içimde.
SÜMERAY   -Öyleyse belki de zamanı gelmiştir.
ASYA            -Neyin zamanı?
SÜMERAY   -Ekim zamanı.
ASYA            -Benim hayatım İsa Musa Muhammet gibi bir hayat değil. Onlar 
                       hayatın yapıcısını Tanrı diye nitelendirdiler ve sıyrıldılar işin içinden. 
                       Benim öyle, adına Tanrı diyeceğim bir yapıcıya ne ihtiyacım ne 
                       inancım ne de güvencem olmadı hiç.
SÜMERAY   -Ama işte şimdi kendine, derdin tasan için bir çare, bir mutlak çözüm 
                       arayışı içindeyken, bu derdin ne yazık ki hiçbir çaresi yok ve bu acıyı 
                       sonuna kadar yaşayarak çekeceğim diyemiyorsun! Öyle değil mi?
ASYA            -Evet. Ne yazık ki!
SÜMERAY   -Musa'da İsa'da Muhammed'de tek bir şeye inandılar. Senin de 
                       (Kundaktaki bebeği Asya'nın kollarına bırakmak ister) inandığın 
                       birşey vardır mutlaka. Meselâ… İyi bir baba olma gibi bir inancın yok
                       mu kalbinde bir yerlerde? Ha?
ASYA            -Ama bu da bir yalan artık. Ona da inancım kayboldu. (Bebeği geri 
                       iter) Çalışmaya inanmıştım! Çalışılarak aşılabileceğine inanmıştım! 
                       Ama hani? Hâlâ olamayışın içindeyim!
SÜMERAY   -Olamayış mı? En ufak bir sendelemede, bir bilek burkulması bir 
                       parmak kesiğinde bile refleks halinde çıkar ağızdan allah sözcüğü, 
                       peki neden? Hiç düşünmüyor musun neden?
ASYA            -Peki neden gerisini getiremiyor beynim ha? Her şey allahtan diyoruz 
                       belki bilinçsiz olarak ama işte o kadar! Gerisi gelmiyor!
SÜMERAY   -Gerisi gelmiyor çünkü gerisini getirmiyorsun!
ASYA            -Gerisini getirmek mi? Ne demek bu biliyor musun? Gerisini 
                       getirmek! Gerisi ibadete dönüşmesi her şeyin! Gerisi tapınma! Gerisi 
                       her an dua-şükür! Gerisi Kur'an! Tanrıya ulaşma, onunla bütünleşme 
                       çabası gerisi!
SÜMERAY   -Çünkü Tanrısal olan mükemmele aittir.
ASYA            -Kendince bir inanç bu! Kendince bir dua!... Kendince kendi 
                       mükemmelliğine mükemmellik ekleme çabası! Ama ya kendim?
SÜMERAY   -Peki nesin kendin? Başlı başına bir sanat eseri mi? Yaratıcısı, 
                       yapıcısı, tasarlayıcısı olmayan! Mükellef bir abide mi? Ama evet. 
                       Belki de. İnanıyorsan... evet!
ASYA            -İnanmıyorum! Ama inanmıyorum işte! Ve  bu mükemmelliğin de bir 
                       sınırı var... bir sonu...
SÜMERAY   -Elbette var. Olmalı da. Mükemmele varan o sona da ulaşmış olur.
ASYA            -Peki ya Serpil? Bu yüzden mi alındı elimden? Hı?. O mükemmel bir 
                       kadındı benim için. Ama benim için... mükemmelliği benim yanımda 
                       olmasıydı... birlikteliğimizin sürmesiydi mükemmel olan sona ermesi 
                       değil!
SÜMERAY   -O şimdilik, geçici bir sona ulaşmış bulunuyor. Bir gün bütün özler 
                       bir yerde buluşur. Buna inan yeter ki. Sen de ereceksin o mükemmel 
                       sona. Bunun için devamını getirmen gerek yalnız. (Bebeği yeniden 
                       uzatır.) Devamını getirmelisin her şey Allahtan!
ASYA            -Nasıl?
SÜMERAY   -O isterse olur. O ol derse olur. Onun ol demesi yeter. İyi bir baba 
                       olursun.
ASYA            -Nasıl?
SÜMERAY   -Ona ol dedirtecek şey senin ona ol demeni sağlayacak hal ve 
                       hareketlerine bağlı. Ol diyebilmesi, ol demesini dilemene...
ASYA            -Nasıl?
SÜMERAY   -Dile... Ol de Allahım olayım...
ASYA            -Ol de Allahım.
SÜMERAY   -Ol de Allahım olayım.
ASYA            -Ol de Allahım olayım.
SÜMERAY   -Sen de... İyi bir baba olayım...
ASYA            -Sen de uğruna köle olayım onun öleyim. Kimin uğruna, neyin 
                       uğruna, ne uğruna fark etmez, ol de Allahım olayım öl de Allahım 
                       öleyim! İste benden Allahım. Dile benden! Bilmemi iste. Nasıl 
                       yönelmemi istiyorsan öyle yöneleyim. Serpil'in kocası Sümeray'ın 
                       babası oldum ve içimi çökerten bir acı yaşıyorum. Sen hem düşüren 
                       hem kaldıransın peki şimdi ne istiyorsun benden? Haydi iste. İradene 
                       teslim olacağım. Teslimim iradene. Haydi, ol de! Ol de olayım öl de 
                       öleyim! Dile beni al yanına dile beni al koynuna Serpil'imin! Dile 
                       beni dilediğin gibi oldur beni! İnsan oldurdun, adam oldurdun, koca, 
                       baba oldurdun! Ya şimdi? Ya şimdi ne yapmak istiyorsun benden? 
                       Beni bir Musa bir İsa bir Muhammet gibi bir peygamber yapmadın, 
                       bir Nazım yapmadın, bir Kazancakis yapmadın. Peki, ne yaptın? 
                       Asya yaptın! Peki, ne işe yaradı bu Asya? Bugüne kadar iraden 
                       dışında olduğumu da sanmıyorum artık. Hep senin iradenle 
                       yürümüşüm ben. Görüyorum. Hep senin iraden beni bu noktalara 
                       getirmiş artık eminim. Bana başka bir iradeyi zaten mümkün kılmadın 
                       ki sen!. Bir tek sen vardın ve hâlâ da bir tek sen varsın! Devamını 
                       getirmemi istiyorsun öyle mi? Pekâlâ getireceğim. Her şeyimle sana 
                       erdim sana aitim! Ben seninim. Evet, işte işte! Şimdi iste! Yeniden 
                       iste! Yeniden ve yeniden iste benden! Bağırsaklarım, kör 
                       bağırsaklarım, elim kolum belim boynum, parça parça bütün bedenim-
                       aklım ruhum tüm varoluşum sana ait... işte! Allahım! (Elinde bir keski
                       vardır kendini yaralar.)
SÜMERAY   -Hayır! Dur! Sakın yapma!
ASYA            -Devamını getirmemi istedin. Devamı hep böyle işte. Sonsuza dek 
                       böyle... Böyle geldi ve böyle gidecek! Hep vardın... hep var 
                       olacaksın... adın da hep Allah olacak! Tanrı olacak! Rab olacak! 
                       Büyük, yüce, ulu olacaksın! Hep sana teslim olacak evren! Hep 
                       senden gelip sana dönecek tüm kâinat! Bunların durmadan 
                       tekrarlanması mı istediğin? Her kulun tarafından yenilenmesi mi 
                       dilediğin! Al işte! Bunu mu diliyorsun benden de! Al! Daha başka 
                       şeyler dilemiyor musun? Dile! Dile! Daha başka şeyler dile benden! 
                       Haydi ol de olayım! Öl de öleyim! Devamını bu şekilde getirmemi 
                       diler misin? Dile! Dile Allahım! Ya hep ya hiç Allahım! Ya hep ya 
                       hiç! Beni burada arada bırakma! Beni arada bir yerde bir hilkat 
                       garibesi olarak bırakma! Beni tamama erdir! Tamama erdir! Ya hep 
                       ya hiç! Ol de olayım! Öl de öleyim! 

Kan ter içinde, tam perişanlık noktasında sahneden çıldırmış gibi çıkar. Sessizlik. Sümeray çökmüştür. Bebek Sümeray ise Asya'nın onu bıraktığı yerdedir. Uzunca bir bekleyişten sonra Sümeray bugüne döner. 

SÜMERAY   -Babaaaa! Babacığım. Nasıl kıydın? Ha? Nasıl? Nasıl kıyarsın? Baba!
                       Nasıl bırakırsın elimi? Neden çekip aldın zeminimi ayaklarımın 
                       altından? Neden her şeyi toza döndürdün? Altımdaki bu büyük 
                       boşluktan başka birşey miras bırakmadın bana. Tek bir şey… tek bir 
                       incir tanesi bile yok ambarımda baba! Senden geriye kalan tek bir anı 
                       dahi yok!

Piknikte. (Asfaltın üzerine çim halı serilir. Piknikçiler bir taraftan oyunlar oynayıp bir yandan da malzemeleri yerleştirirler. Sepetler-bidonlar-örtüler-minderler-yastıklar-şezlong-şemsiye güneşlik-ip-top-salıncak-ızgara-mangal-ateş-ocak-çanak-çömlek-bardak-şişe-yiyecek ve içecekler-portatif bir Tv.- ve Radyo- biri karpuz keser-bir kaçı kaçar-kovalar-halay çekilir-kadeh tokuşturulur-) Palmiyenin tam altına yerleştirilen bankta oturan adam gazetesini okurken Palm arkasından yaklaşır ve onunla beraber gazeteye bakar.

PALM            -Hım! Vay vay vay! Yok ya! Hadi canım! Çıh çıh çıh!
ADAM           -Müsadenizle. (Gazeteyi Palm'in eline tutuşturup çeker gider.)
PALM            -A! Ne dedim ki ben şimdi? E! (Gazeteyi savurup kalabalığa karışır.) 
                        Boş versene!

Sümeray küçük Sümeray'ın elinden tutmuş piknikçilerin arasından öne çıkarlar. Küçük Sümeray salya sümük ağlamaktadır. Palmiyenin altında dururlar.

PALM            -Yapabilirsin.
KÜÇÜKSÜMERAY           -Ne?
PALM            -Sen de yapabilirsin.
KÜÇÜKSÜMERAY           -Sahi mi?
PALM            -Tabii. Özgürsün. Dilediğin her şeyi yapabilirsin. Başarabilirsin. 
                       Bisiklete binen bir bisikletli, yürüyüş yapan bir sporcu, bir sörfçü, 
                       paten kayan bir dansçı, motosikletiyle giden bir yolcu, dağ bayır 
                       aşan bir gezgin, rekor kıran bir yüzücü, paraşütle atlayan bir 
                       aktivist, yükünü sırtlanmış yokuşa aldırmaksızın taşıyan bir hamal, 
                       kazma-küreğini toprağa saplamış bir işçi, bir çiftçi, bir rençper, 
                       hayvanlarını ağıla sokmaya uğraşan bir çoban, ağ çeken balıkçılar, 
                       oltasıyla balık avlayan bir vatandaş, sonatını çalan bir piyanist, 
                       aryasını seslendiren bir mezzo, tango yapan bir çift, ürün ekenler-
                       biçenler-toplayanlar-satanlar, yiyip içenler, yan gelip yatanlar... 
                       Saymakla bitmeyen, tükenmez bir çaba içinde bütün evren bak… 
                       Dinle! Bak! Nasıl bir nabız atışı var her şeyde! Evrensel zekânın 
                       kaynağının nabzı bu!
KÜÇÜKSÜMERAY           -Duyabilir miyim ben de!
PALM            -Elbette duyabilirsin. Fişi prize tak yeter!
KÜÇÜKSÜMERAY           -Fiş mi? Fiş nerede ki?
PALM            -(Kafasını işaret eder.) İşte tam burada...
KÜÇÜKSÜMERAY           -Peki priz… o nerede?
PALM            -(Tekrara aynı yeri işaret eder.) O da burda. (Göz kırpar) Hadi geç 
                       bağlantıya… Hadi durma!

Palm konuşurken yanlarına bir kadın ve bir erkek yanlarında küçük Sümeray'ın yaşıtlarında bir erkek çocuk olduğu halde yaklaşırlar. Küçük Erdem bütün gayretiyle bir çocuk arabasını itelemeye çalışıyordur. Küçük Sümeray ve Küçük Erdem birbirlerini görünce kucaklaşırlar.

KÜÇÜKSÜMERAY           -Erdem! Kardeşim!
KÜÇÜKERDEM     -Sümeray! Biz de seni arıyorduk. Nereye kayboldun?
KÜÇÜKSÜMERAY           -Hadi gel seni gezdireyim kardeşim. 

Sümeray Palm'le kalır. Konuşma sürerken iki üstü çıplak adam geçecektir yanlarından. Kırmız tişörtlü-gözünde siyah gözlükleri olan şişman ve kel bir adam da telefonla konuşarak geçecek; piknikçilerden yayılan karmakarışık müzik sesleri duyulacak aynı anda; bir bisikletli yeni yetme de hızla geçecektir. 

PALM            -Dışımızdaki dünya içimizdeki ruh değişmediği taktirde değişmez. 
                       Düşman içeridedir. Kurtuluş içimizden başlamalıdır. Acı böylece 
                       giderek azalır azalır azalır… Yeni acılar da çıkabilir ama ilk acılar 
                       denli yakıcı olmayacaktır artık.
SÜMERAY   -(Kafasını işaret ederek) Bir cendere var burda. Ertelenmiş bir 
                       cendere.
PALM            -Yırtılmış bir yaz günü rüyasındasın. Dosila Sol Fami're Do... Renk 
                       cümbüşü not alayda... Ustaya soruyorlar: “Sen nasıl bir ustasın?” 
                       diye. Usta eğik başını işinden doğrultup diyor ki: “Bunun yanıtını ben 
                       değil, yapıtlarımdan beklemelisiniz” ve tevazuuyla ekliyor: 
                       “Yansımasıyım onların sadece.” Hıh! Ya!
SÜMERAY   -Yansıma olmadığı mefhumlar da yok mu?
PALM            -Vardır tabii. Tabii ki vardır.
SÜMERAY   -O vakit?
PALM            -O vakit… usta da yapıt da ortadan kalkacaktır.
SÜMERAY   -Ya soranlar? Ya onlar? Ortada mı kalacaklar?
PALM            -Evet. Muhtemelen.
SÜMERAY   -Ortada kalan sorucular geriye birşey kalmamış mefhuma bakıp ne 
                       yaparlar peki?
PALM            -Artık soracak birşey kalmadığına göre onlar da ortadan kalkar bir 
                       müddet sonra.
SÜMERAY   -Ee… Soran yoksa geriye ne kalır?
PALM            -Pek de birşey kalmayacağı apaçık değil mi?
SÜMERAY   -Korkunç.
PALM            -Güçlü ol. Tamam mı?
SÜMERAY   -Güç ver bana o halde. Üstesinden gelmek zorunda olduğum çok şey 
                       var. Üstesinden gelmek zorunda kaldığım pek çok şey…
PALM            -Üstesinden gelirsin. Merak etme.
SÜMERAY   -Bura bana acı veriyor her gelişimde. Zihnimi baskı altına alıyor bura.
                       Özgür hissetmiyorum kendimi.
PALM            -Nazar değmiştir belki. (Gülümser)
SÜMERAY   -Ben nazara inanmam. Biraz zayıf bir insanım… güçsüzüm ama... çok 
                       çabuk kırılıp dökülür, hastalanırım. Ama nazar? I-ıh! Nazar falan 
                       değil hassas bir tabiatım var benim. Yaradılışımdan beri bu böyle. Bir 
                       çeşit çocukluk hastalığı... kızamık gibi. Bağışıklık kazandırmayan 
                       cinsinden ama. Bir kez geçirdin diye muaf olmuyorsun da üzerine 
                       yapışıp kalıyor, kronik bir vak'a'ya dönüşüyor ve beyin durmadan 
                       çaresizlik üretiyor bu yüzden. Anlamsızlık ve boşluk üretiyor. Zaten 
                       biraz da bundan dolayı nazar diye birşey olacağına kesinlikle 
                       inanmıyorum.
PALM            -Burada bir cendere falan yok. Beynin bedenin ruhun çatışması yok... 
                        Beynin de ruhun da bedenin de varlığının her zerresiyle aynı şeyi 
                        arzuluyor...
SÜMERAY   -Neyi?
PALM            -Bir işaret hep olur öyle değil mi? Bir iz. İm. Emare?
SÜMERAY   -Peki buradaki işaret ne ve nerede? Sağda mı solda mı? Önümde mi 
                       ardımda mı? Aşikâr mı gizli mi? Nasıl görünür? Nasıl algılanır? 
                       Bugün balkonumda otururken tek başıma, atalarımın toprağında, 
                       içimdeki üzüntüye, kedere artık bir nokta koymalıyım diye 
                       düşündüm. Hiçbir şey beni korkutmasın artık ve hüzünlendirmesin 
                       dedim. Her şey allahtan ya hani, olan da olmayan da.. o an ilaç 
                       kokusu geldi burnuma biliyor musun… evet! Buram buram bir ilaç 
                       kokusu. Esintiyle birlikte. Allah da artık içimin ferahlamasını istiyor 
                       diye geçti kalbimden. İçimdeki üzüntü, kahır-keder, yaşadığım bütün 
                       olumsuzluklar ondan gelmiş, hepsini o sağlamıştı. Hem beni 
                       kullanmıştı bir başkasına dert tasa vermek için, hem başkalarını 
                       kullanarak beni derde tasaya boğmuştu. Üzülmemi istemişti hep. 
                       Üzülmemi istediğini de bilmemi istiyordu. Seni benim üzdüğümü bil 
                       diyordu bana... bil ki üzerindeki tüm hakimiyet benim elimde. Senin 
                       çabanla olmuyorsun, ben olduruyorum seni. Şimdi de böyle olmanı 
                       diliyorum. Üzgünsün yine şimdi çünkü neşesiz olmanı ben 
                       yaratıyorum. Sen kederinden kaçtıkça, unutmaya sığındıkça daha çok 
                       keder yağdıracağım, neşelenmek istedikçe tadını kaçıracağım ve hep 
                       acıyı duyacaksın her zaman. Taa ki…
PALM            -Taa ki…
SÜMERAY   -Benim arzu ettiğim insan olana dek… Süründüreceğim seni... 
                       o vakte değin...
PALM           -Hangi vakte?
SÜMERAY   -O sözcükler henüz yaratılmadılar. Şimdilik bir hareketler çeşitlemesi 
                       görüyorum yalnızca ufukta. Ama artık konuşmuyor... Susuyor 
                       sadece... ve bakıyor...
PALM            -Yüzyıllar önce, Mengzi adlı bir filozofla tanışmıştım. Tabii o 
                        zamanlar ben küçük bir tohumdum sadece. Ama sana bir tüyo 
                        vereyim, internet kaybolan anıları tazelemede baya işe yarıyor.
SÜMERAY   -Bu çağda olmak güzel mi yani?
PALM            -Güzel güzel! Hiç fena değil! Bak şimdi Mengzi'nin şöyle bir mesel'i 
                       vardı: Bir zamanlar Song'lu bir adam varmış. Uçsuz bucaksız denecek 
                       kadar büyük bir arazinin sahibiymiş bu adam. Vakti geldiğinde 
                       oğluyla beraber tarlaya yeni tohumlar ekmiş ama filizler öyle yavaş, 
                       öyle yavaş büyüyormuş ki bir gün etmiş iki gün etmiş derken üçüncü 
                       günü dayanamamış artık tüm tarlayı dolaşıp filizleri tek tek ucundan 
                       biraz biraz yukarı çekmiş, çekiştirmiş. Tabii ki bunun sonunda çook 
                       yorulmuş. Dinlenmek için evine gelince oğluna “Bugün çok iyi bir iş 
                       çıkardım” demiş gururla, “Çok yoruldum ama değdi.” Oğlu merakla 
                       bakarken “Filizlerin büyümesini hızlandırdım demiş” kasılarak. 
                       “Nasıl?” diye sormuş oğlan şaşkınlıkla. “Hepsinin boyundan şöyle 
                       biraz biraz çektim. Ah! Çok yorucuydu ama yorgunluğuma değdi 
                       doğrusu”… Zavallı oğlan bir de koşup bakmış ki ne görsün! Filizlerin
                       hepsi de toprakta… öyle boylu boyunca yatmıyor mu?

Gökyüzü bulutlanır, sis çöker ve kararır hava. Ardından sağanak halinde bir yaz yağmuru başlar. Piknikçiler telaşla toparlanıp büyük bir şamata ile sahneyi boşaltırlar. 


Başlangıç: 02 Eylül 2011 Cuma;13:24:02
Bitiş: 16 Mayıs 2012 Çarşamba;01:18:59

Hiç yorum yok: