26 Kasım 2012 Pazartesi

Evin bütün bölümlerini kullanmaktayım

Kah salondaki büyük çekme yatak olan kanepede bir fasıl, kah balkona çıkardığım yatak somyada sabahın ilk ışıklarına, güneşin doğuşuna dek uzanıp-uyukluyorum. Asıl yatak odasını da ihmal etmiyorum bu arada, şöyle sere serpe, gerine gerine yatmanın keyfi gibi yok. Çift kişilik yatakta tek başımayım, sağa sola çarpma, başka bir bacağın üstüne gelmesi, yok efendim yataktan düşme gibi riskler olmadan dön dönebildiğin kadar. Otururken de balkonu önden arkaya, değişe dönüşe kullanmaktan da hiç imtina etmiyorum.

Sabahları arka balkon gölge ve daha serindir, bu nedenle akşamdan ön balkonda olan masayı buraya taşır ve sabah uyanır uyanmaz başlarım sessizce kitabımı okuyup yazımı yazmaya. Ta ki öğleye doğru sırtımda güneşin ısısını hissedene dek. Sonra masayı tekrar ön balkona nakleder ve çalışmamı kaldığım yerden, geleni geçeni de izleyerek ön balkonda sürdürürüm. Güneşe göre boynunu eğen bir Ay Çiçeği gibiyimdir yaz boyu. Ön balkonda da, koyduğum somyayı bir duvar dibine bir balkon demirine yaslar, o küçük alanda bile gün boyu durmadan perspektifiyle oynarım bakışımın. Masada oturuşumu da sık sık değiştiririm. İşte böyle böyle koca bir yaz gelir ve geçer.

Geleli bir kaç günden fazla olmuştur, ama ben hâlâ ayağımı suya değdirmemişimdir mesela. Bu yazıyı yazıyorsam, bu gün de denize gitmemiş oturmuş çalışıyorumdur işte. Burada denize git-gel, eğer denizde çok kalmazsan bir buçuk saatlik bir süre. Çok kalmam zaten ama günün ilk saatlerinde kullanmak gerekir bu süreyi. 7.30 dan sonra denize git-gel tercih edilirse de aslında 6.30 en ideal zamandır benim için. Yazlıktaki ilk sabahlar o saatlerde, bana göre erkenden yani, gözümü açmak zor gelmese de, uyanmış olmama rağmen, içim almaz bir türlü denize gidip gelmeyi. Oysa bu saat en güzel zamanıdır Akdeniz'in. Yine de içim almaz nedense. Sonraları biraz daha alışkanlık kazanıyor herhalde insan mekana ve olanaklarına ki üst üste üç-dört gün kalkıp yüzdüğüm olabiliyor. Tabii her gün bir önceki günden biraz daha gecikerek çıkabiliyorum evden. Hiç bağışıklık kazanmıyorum nedense zamana karşı.

Bu sezon yine böyle bir üç-dört gün periyotun'dan sonra maalesef parmağımı yaralayınca hepten kesildim, soğudum denizden. Hayır, kesik parmağıma rağmen gitmekte direndim önce, ancak bu kez de denizin otları yakıcı yosunlar yalayınca bacağımı tırstım. Üstelik deniz gözlüğüm de denizin dibini boylayınca iyice kaçtı keyfim. Aksilik işte!

Aksilikler de üst üste gelmeye başlayınca duruyor tabii insan ister istemez. Örümceği tam salonun ortasında yakalamıştım, panikle kaçıyordu bir oyana bir bu yana. Hayır niyetim öldürmek değildi, hiç öyle rahatça örümcek öldürebilen biri değilimdir. Amacım onu dışarı defetmekti sadece. Bir elimde bir muşamba parçası, şeffaflıkla siyahlık kontrası onun kontrolünü sağlayabilmem için baya yararlı oluyor çünkü, örümceği bir şeyin üzerinde zapt etmek müşkül bir durumdur. Kolayca huuup diye zıplar, salgılarıyla pike yapıp kaçıverir. Kaçtıkça kovaladım en sonunda ikna oldu poşetin üstünde bir müddet konumlanmaya. Nefes nefeseydik ama ikimizde. O da ben de şaşkalozduk biraz.

O, "Bu kadın bana ne yapmak derdinde, emeli ne?" bakışları fırlatıyor ben de sakin olmaya, heyecan yapmamaya çalışıyorum, konsantre oluyorum iyice. Kendimden emin bir şekilde dış kapıya yöneliyor ve kapıyı açar açmaz elimdeki poşeti derhal ters çeviriyor löönk diye boca ediyorum yükü, yuh! hayvan daha ipini bile salgılamaya an bulamazken duyulmayan anlam çığlığıyla seriliyor taş zemine... Eyvah ki ne eyvah!

Beyin sarsıntısı dahi geçirmiş olabilir o an. Bana göre epey bir süre donup kaldı taşta. Bayılmamıştı, gözleri açıktı ama yine de şoktaydı hayvan. Şoku atlatıp kendine gelmesi ne kadar sürecek diye bekledim eni konu kapıda, tepesinde. Çok geçmeden taşa indiğini sersemlemiş bir halde de olsa nihayet anladı. Yine de temkinliydi çok, hareket etmedi hemen. Az önceki koşuşturmadan sonra 'ha şimdi inip tepeme ezecek koca bir ayak', 'ha bir kova su-bir süpürge fooşt!' beklentisinde tabii, Yaradana sığınmış garibim, son duasını yaparcasına bekliyor. Bir kaç saniye ile 1 dk arası işte durdu öylece ve durduk.

Sonra baktı ki bir facianın falan geldiği yok, yaradan duaları duymuş da yanıt mı vermişti acaba, başını kaldırıp baktı, baktı ve baktı "Hımm, kadının kötü bir niyeti yokmuş galiba" diye geçirdi aklından. Sonra durduğu yeri hissetmeye çalıştı. Eklemleri uyuşmuştu heyecandan. Zemini hemen algılayamadı bu yüzden. Kokladı etrafı. "Hımm. Dış mekan kokuyor. Sokak! Sanırım bahçedeki parke taşlarının üzerindeyim. Kurtuldum! O-oo! Dur bi dakka. Erken sevinme... kadın hâlâ tepemde baksana." diye mırıldandı. Kafası allak bullak tabii, yarı sersemlemiş bir halde bir iki eklemini oynatmayı başarmıştı bu arada. Bir sağa bir sola hızla göz attı ve evet rahatladı sonunda hayvancağız. Tehlike geçmemişti belki ama her hangi bir tehdit de gelmiyordu artık. Saldırgan da yatışmıştı demek. Yine temkinli ve çok yavaş adımlamaya başladı parkeyi, bir kaç adımdan sonra küçük bir çukur çıkmıştı önüne, duraklı yine. Toprak ve ot kokusu alıyordu görünmeyen burnu sanki. Yanılmıyordu daldı çukura. Onlar için ne kadar rahat bir şey çukura dalmak. Evet, artık tamamen emindi, bahçeye doğru uzun bir yolculuğa çıktı güvenle. Aksilikler de beni böyle yakalamıştı işte, benim örümceği yakaladığım gibi, ben de donup kalmıştım yaz ortasında yazlıkta, parmağımın iyileşmesini bekleyerek. Ortalık durulmuş, parmağımın derisi kurumuş, kabuk tutmaya başlamıştı ama minicik bir kesik bile onu baya hırpalamıştı. Nasıl bir ezilmeydi o öyle. Giyotin gibi kesilip atılıyordu neredeyse sol işaret parmağımın başı. Allah korudu her halde. Ne kan ne kan o ufacık yerden... İşte gelip geçiyor sonunda bütün acılarımız. Şoktan çıkıyoruz yavaş yavaş. En son yaşadığım ayrılık acısı da işte böyle adım adım kerte kerte yavaş yavaş gelip geçti. Aslında acı eski bir acı, yer etmiş bir yaranın acısı. Kabuk bağlanan yaranın yeniden tırmalanması gibi, sızısı hep devam edecek belli ki, civarından geçen her sürtünmede ve her sıkışıklıkta kanamaya meyilli hassas bir yerde çünkü. Bedenin bazı bölgelerindeki defalarca yaralanmalarda sinirler ölebilir, zamanla his kaybı olur, nasırlaşabilir, acı hissedilmez olur ama bu acının bulunduğu hassas noktamızın sinirleri ölmez sağ kaldıkça, ne de nasırlaşır. Nasırlaşan yürekler bir müddet sonra çarpmayı bırakacaklardır sanırım. Bu nedenle olsa gerek, şükürler olsun ki yüreğim nasırlaşmıyor parmağımın ucu denli. Her ayrılışta çölleştiğini duyumsadığım yüreğimin bereketli toprağı nadasa bırakılmış bir arazi, umut tohumları serpiştirilmiş bir tarla sanki, göz yaşlarımla sulanıp ortalığı yeşile sarıyor ve ne mutlu bana ki her yeni günle birlikte, an be an doğuyor yürek toprağımın sayısız noktasından rengarenk fışkırıyor o günün neşeli eri, bitimsiz güneş. Çaba ve dilekler insana kalmış, diğeri, her şey Yaradanın elinde. Günü gününe yaşıyorken, bugünden yarını düşünmüyor, bilmiyorken, dün yaşananlar bugünün konusu olurken, içimde bir yerlerde yarına dair hep bir miras bu yaşananlar diyen sese doğru akma isteğim hevesim var bu nedenle acılarımın peşindeyim. Hevesim ve acım hem doğuran hem doğan, hem yok eden hem de yok edilen. Döngüselliği o bitimsiz sarmalında çabasız olmuyor tabii. Oyun yazmaya çabalıyorum. Hiç bilmediğim bir dili öğrenmeye çabalıyorum sanki, Çinceyi! Bunun için iptidai yaratıcılığımı kullanıyorum. Baktığım, gördüğüm, izlediğim, yaşadığım her şeyi düşünce çağrışımlarıyla yapı bozuma uğratarak, değiştirip dönüştürmeye, büküp kendi üstüne katlayarak adeta, kesip yırtıp ekleyip yapıştırarak, bir pazıl oyununu yeniden yeniden ve yeniden kuruyor, kurguluyorum. Aklımda sadece tek bir hedef var: "bir oyun yazmak". Her şeye ama her şeye, oyunumun bir parçası, bir motifi, sahnesi, dramatik aksiyomu, girişi çıkışı, gelişmesi sonucu diye bakıyor, bütün yaşamımı didik didik tiftikleyerek malzemeye dönüştürüyorum. Ancak bir eksiğim olduğunu biliyorum yine de. Bu eksik ne yaşamım ne görüp ettiklerim ve ne de okuduklarımla tamamlanamaz. Konuyu temayı belirleyemiyorum eldeki verilerle. Ana konuyu bir türlü bulup çıkartamıyorum. Etrafı süslemekten, çeşnilendirmekten, granürleri bir masa donatırcasına garnütürler ve meyve sepetleri halinde hazırlamaktan öteye geçmiyor uğraşım. Ana yemek, o çorbadan sonra yenen, ne? Ne olmalı? Oyunumun canı-soluğu oluşmuyor zihnimde. Dolayısıyla kişilerim de, ana karakterlerim de henüz var olamıyorlar. Etrafta bir sürü dansçı dolaşıyor, kızlı oğlanlı, gülüşüp şakalaşıyorlar kendi aralarında, daha bir ton arka figür-figüran gözlerimin içine baygın baygın bakarak, göz süzerek, her birinin ayrı bir düşü, özlemi okunuyor gözlerinde, her birinin derdi aynı sonuca kilitlenmiş, aynı ortak sonuca, geçiyorlar, geçiyorlar ve geçiyor zaman... - Ne zaman başlanacak Habibe Hanım? Hiçte zor olmaması gereken bir şeyin nasıl da giderek zorlaştığını her geçen günle bir kez daha anlıyorum. Her geçen gün. Ne kadar da basit bir şeydi oysa. Ben bu basit şeyi algılamaktan da görmekten de fersah fersah uzağım. Kıştan bu yana düşündüğüm ve uğraştığım bir şey bu ama hangi kıştan? Kaç kıştan? Ne yazık ki defterlerimi geride bırakmıştım, geri dönüp bir solukta alıp geliversem konu açığa çıkar mıydı? Bu yol mesafesinde miydi görüşümün açılması. Hissetmemi sağlayacak daha nice kilometreler mi vardı? Bu mesafeyi bir kez daha arşınlayınca mı belirecekti konu dağı. Ana Konu. Hiç bilemiyordum. En iyisi bugünden buradan başlamak dedim kendi kendime, bir kuş ötüşünden, sabah uyanışından, esintilerle... bugünden... buradan... bu noktadan itibaren geçmişi değil de geleceği göstermeliydi oyunum. Anlatım değil de yaşantılanım, yaşanım olmalıydı. Dünkülerle değil de bugünkülerle kurulmalıydı temamız ve temasımız bugün olacaklarla kurulmalıydı. Bugünün içindeydi ana konu. Dekor hazır, aktrisler ve aktörler yerlerinde, orkestra oturmuş, dansçılar auftak bekliyor... yer ve zaman birlikteliği sağlanmış, ortam belirlenmiş, ışıklandırılmış... ve şimdi de ana konumuzun ilk sahnelerini okuyacağız hep birlikte... Kırmızı şortlu, moru solmuş grileşmiş bir atlet, başında yine ilk rengini atmış bir kasketle, güneşin altında bir ayağı aksayarak yürüyüp geçti bir adam, göbeği kendinden bir adım önde. Siyah şortlu üstü çıplak orta yaşlarda, başında solmuş mavi bir kasket, keçi sakal bırakmış başka bir adam da, gençken atletikmiş belli, önünde üç yaşlarındaki bir çocuk, havuzun başına kadar yürüdüler ve geri döndüler, konuşurken çocukla yürüyüp gittiler arka arkaya. Havuz kapalıydı. Bir gün öncesinde ufaklığın biri küçük bir ayıp yapmıştı havuzda. Şimdi havuz baştan boşaltılıp arındırılacak. Bu işlem zahmetli ve masraflı bir iş ve bir kaç günü alır elbet. Bir bisikletli delikanlıyla, çiçek desenli şortuyla sarışın genç bir kız havuzun önünde karşılaştı. Bisikletli bir şeyler söyledi -bisikleti durdurup - genç kız da ona karşılık verdi, söyleştiler işte bir süre ve ayrıldılar. Hafif hafif esen rüzgarda havuzun suyu kıprayıp hareleniyor, ağaçlar usul usul yapraklarını sallıyor, çiçekler esintiye kapılmış dalgalanıyorlar dallarında renk renk. Uzaktaki plastik balkon iskemlesinin üzerine bırakılan gazete bir yukarı havalanıyor planör gibi uçtu uçacak derken bir iniyor pırpırpır. Bulvardan, testere gibi geçiyor bir motosiklet. Açık pencereden tül perde dışarı uçmak isteyip isteyip havalanan devasa bir dişi kuşun kanatları gibi ama zincirle bağlı boynu izin vermiyor uçup kaçmasına, dönüyor gerisin geri haremine. Ve bir köpek de dahil oluyor oyuna havuzun etrafında dolanarak kendine en serin yeri arıyor. Bir başka bisikletli oğlan çocuğu da köpeğin gitti yönde sürüyor bisikletini. Açık yeşil bir tişört var üzerinde onunda. Her şey açık... her şey solgun... ilk rengini çoktan atmış üzerinden Akdeniz. Gazete yine havalanıyor sanki uzaktan uzağa el sallıyor birilerine. "Hey, naber! İyi sabahlar. Kim bilir sende ne havadisler vardır bugün." Yanındaki sandalyede de ev sahibinin ayakları ayırt ediliyor sadece, önünde bir balkon masası var adamın yüzü, başı gövdesi saklı kalıyor bir çam ağacının ardında. Sabırlı olmak gerekiyor tabii. Çok çok sabırlı hem de. Gün kendini yavaş yavaş açacaktı elbet Ana Konu'ya. Oyunu okuyup, oynayıp, seyredenler için elbette geçerli olmayacaktı bu bekleme anları. Terzinin başında, kıyafeti sipariş veren müşteri nasıl beklemez ise terzi işini bitirene kadar, yazar da oyununun son noktasını virgülünü yerleştirene ve işini bitirene kadar yazının hangi evrelerden geçtiğini an be an seyreden bir seyirciyi düşlemez baş ucunda. Bu düşünce anları, metrelerce genişlik ve uzunluktaki yaşam kumaşından şablonlarla kesilerek kesip çıkartılır. Oyun adına yazar için geriye sörfle, dikiş nakış, parçaları birleştirmek, örgüyü tamamlamak ve dağınık pazılı yeniden bir araya getirmek kalır. Denizden geldikleri anlaşılan üç hanım geçtiler hızlı adımlarla, köpeğin kaybolduğu yöne, balkonunda gazetenin havalandığı eve doğru ve çarçabuk gözden kayboldular. Yaz tatilini geçiren insanların arasındayız. Tatil sitesine gelenlerin hemen hepsinin eylemi aynı; denize gitmek-yüzmek güneşlenmek; gelmek-havuza girip çıkıp duş alıp güneşlenmek; bahçe sulamak-balkon yıkamak-çiçeklere ağaçlara bakmak, budamak ot yolmak-güneşlenmek; yemek içmek-yan gelip yatmak-ehlikeyf-keyfe keder hoşça vakit geçirmenin bin bir yoluyla vakit doldurup güneşlenmek! Peki buradaki dramatik olguyu-etkiyi nerede aramalıydım? Elbette yaşamın her anında ve her kesiminde dramatik bir yapı kuruludur kendiliğinden. Burada, bu sakin gibi görünen kooperatif sitesinde de dramatik olan bir şeyler vardı muhakkak ki hiç yok denemez, elbette yaşanıyordu ve benim yapacağım şey o etkiye odaklanıp makaslamaktı sadece ama belli ki bu bir hayli zaman alacaktı. Seksen hane vardı, seksen hanenin hepsi de burada olmasa bile, bulundukları kadarının içten içe kaynayan bir dramatik aksiyon kazanları vardı mutlaka. Kimi yeni yeni ısınıyordu belki, kiminin fokurtuları havuza taşmıştı, patladı patlayacaktı kimilerinin o kapalı kazanları, kimilerinin çoktan devrilmiş sönmüş gitmişti ocakları. Kimi sevinç, kimi keder, kimi umut, kimi yas şerbeti kaynıyordu bu kazanlarda. Acı da sevinç de insana dair, insana dair olan her şey de oyuna dahil. Belki de tek tek girmek gerekir içlerine, her birinin lezzetine bakmak gerekirse de, bu işin kolayına kaçmak olur hakiki bir yazar için. Olaya yakından temas, işin kolayına kaçmaktır her zaman. Bunu yapmak kolay görünse de yaratıcılık için bıçağın kör yüzünü kullanmak gibidir aslında. Bir neşter inceliğinde kesip alamazsınız parçayı, en kaba biçimde yarmadır bu, satırla satır satır doğramak gibi. Uzaktan bakış ve hayal gücüdür bıçağımızın gören yüzü, saf yaratıcılık budur. İçlerine daldıkça ters döner bıçak yaratıcının elinde, saflığını kaybetmektir bu. İlk bakışta anlamaz, kaptırmıştır yazar kendini anın şehvetine, ağzının suyu aka aka yontmaya çabalar bir gıdımcık lezzet için, doyum için. Beyin açlığı ise hiç bitmez. Gerçek doyum ise, uzaklaşan görünüşlerde, az bilinen hikayelerde, adı sanı bilinmeyen kahramanlardadır. Gören yüzü ışıldar o zaman cerrahın elindeki neşterin. Keskin tarafı ele geçiverir bıçağın ve küçücük, mikro nüvesi yetecek de artacaktır macro yüzeyi anlaşılır kılmakta. Sütü yoğurda dönüştüren maya etkisiyle olay örgülenmeye başlayacaktır yeniden yazarın kaleminden mürekkebi damlaya damlaya.. Üçte ikisi kadar bir top belinde kırmızı elbiseli kızın, sesleniyor uzaklaşan babasına... İşte küçük bir dilim ayrılıveriyor zorlamasız.

08:02:51 05
Ağustos

Hiç yorum yok: