21 Eylül 2008 Pazar

STEREOFONİK

Yeryüzünde düzeltilmesi gereken ufak bir sorun çıktı da Bay Tanrı. Bu yüzden şu aralar intiharı bıraktım bir yana.
Dolabın ışıksız kışlık çekmecesinde kenelere karşı lâvântaladım durur öylece.
Takriben bir yaz boyu duracağa benzer.
Keneyi lavanta kesmezse onun bileceği iş.
Gerisini bilmem.
Bilemem.
Nereden bileyim?

Geviş getirmesem olmazdı bunu. Söylemeliydim, ne var ki, yetiştiriliş gıdalarımdan biri de değil aslında, ama olmamasına müteakip yine de işte orada duruyor. Ne vakit lazım olursa artık, eyleriz bir şeyler.

Ben deniz efendim, nevi şahsına münhasır bir kişi olarak belirttiğim bu eylemi uzun yıllardır geviş getirir dururdum. Vakti zamanı gelir bir gün diye de, kaportamın iler tutar yanı kalmayacağı güne değin erteleye erteleye durduruyorum hali hazırda.

Ama… ne diyecektim…
‘Bir sorun çıkmasını bekledim di hep’ mi?
Acaba.
Eh, evet.
Bir sorun çıktı, çıkmasaydı ölürdüm.
Ama işte şimdi çıktı.

N e t u h a f. Abuk sabuk şeyler yazmak istiyorum şimdi. İler tutar yanı olmaksızın yazmak. Niçinsiz, nedensiz, yazmak. Öylesine- öylesine böylesine- şöylesine yazmak. Derya Baykal çıktı geçenlerde tv. ye mesela. “Ertelenen düşler”den söz eden o değildi ama. Çağrışımsal dönüşmekten kurtarabilirsem kendimi eni konu çok ciddi bir soruna parmak basmak üzereyim ancak… ah bilirim ben kendimi, belki de kafa dağıtmalıyım yeniden.

-Ey tiyatrocu kardeşlerim! (Ay.. Off… abartmayalım yeter bu kadar.)
Oyuncu kederdaşlar.
Bi diycem var sizlere ya.
Dünya elden gidiyo be. Ne halt edeceğiz?
Bizim sanatımız da, Oyunculuk Sanatı yani, ne yazık ki dünyayı kurtarmaya yetmiyor artık ve maalesef dünya batıyor.

Benden söylemesi değil ‘Benden sonra tufan’ diyen hocalarımız vardı da bir zamanlar, onlar geliverdi aniden ve belleğimde ışıldadılar.

-“Hocam! Hocam! Öğretmenim! Yahu haklıymışsınız. Bi bildiğiniz varmış demek.”
Ah ulan ah! Ah şu benim tas kafam! Ne cahili cühelayım be! Anlamalıydım. Onlardan sonra tufan olacağını sezinlemem gerekti. Az buçuk.

-‘Y a v r u c u ğ u m b ü t ü n b u n l a r d a n b i r ş e y çıkmaz!’

-Nur beyciğim allah aşkınıza böyle demeyiniz. Dünya elden gidiyor diyorum size. Bakın. Muhsin Ertuğrul’a bakın. Ne oldu?
-Yıkıldı.
-E yerine?
-E yenisi yapılacak.
-E peki tamam. Eskisi ne olacak?
-Yıkıldı.
-Ama eskisi!
-Yok artık.
-Ya Gitti. Puf. Uçtu gitti…

Hüzünlü değil mi?

-Ç o o k !

Herkes gider. Her şey eskir. Yıkılır ve yerine yenisi dikilir. Çukurlar kazılır, çukurlar dolar. Temeller atılır, temeller zorlanır. Kazıklar çakılır dünyanın düzenine dişlisine kazıklar. Yine de durdurulamaz dünya elden gider.

-V a y b e !

Atatürk Kültür Merkezi için de ayrı bir senaryo yazıldı, Muhsin Ertuğrul’un yanı sıra. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak tabii. Eski dostlar da, yeni dostlar da kendilerini kolayca bıraktılar akıntıya. Yeni manifesto, kendini yeniye bırak. İşte bu kadar!

Bırak kendini yeniye. İntiharı da bırak çürüsün kendi dehlizinde ölümünle baş başa. Sen yaşamaya bak. Bırak kendini ne biliyorsa onu yapsın eni konu yalansa da, olsun.

-İ n a t e t m e b ı r a k k e n d i n i.

İşte Tanrı Bey durum böyle böyle.
Söylesene biz ne yapacağız şimdi? Ya da...
Ben ne yapacağım? Yani?
Elimde altın bir bilezik, bir sanatım var-dı, uygulayamadığım bir meslek olsa da oyunculuk sanatı, yani sanat sanattır. Herkes gibi ben de oyuncuyum doğma büyüme hasbelkader. Yetiştirilişimde ekstra bir fark yok diğer Anadolulular kadar aklım başımda benim de.

Bekletmesem mi acaba daha fazla kendimi?
Yazın sonunu bile getirmeksizin…hı?
Açsam mı şu çekmeceyi?
Kurban edip bedenimi ölümü mü saçsam mı?
Kurtarılması gereken ben miyim yoksa dünya mı?
Öncelik kimde?
Onda mı? Ben de mi?

-Öff! Yıldırmayın beni ya!

Tamam peki kızma.
Devam edeceğim.
Etmek istiyorum.
En azından bir gece daha uyumak istiyorum.
Uyumak ve uyanmak. Hem belki de rüya görürüm?.
Dünyayı neyin kurtaracağını görürüm belki rüyamda?.
Ya da beni neyin kurtaracağını?. En azından!.
O zaman, değil beni kurtarmak, değil dünyayı, ah be! Bütün kainat kurtulur anasını satayım!
Keşke! Ah keşke! Nerede o günler be nerde!

Not: ABD İstanbul Konsolosluğu saldırısında, saldıranlar Türk, korumaya çalışanlar Türk’tü; bu küçük çaplı iç çatışma bana, Sophokles’in Antigone tragedyasını çağrıştırıvermişti hemen. 16. yy. dan başlayarak pek çok yazara esin kaynağı olmuş, hem bağımsız eserlerde, hem de çeşitli uyarlamalarla tekrar tekrar işlenmiş olan bu esere konu olan dram da, iki erkek kardeşin birbirine düşürülüşü ve baş kahraman Antigone’nin de iki kardeş arasında seçim yapmaya zorlanışı, kız kardeşlerden Ismene’nin sisteme boyun eğerken, Antigone’nin ise her iki kardeşine de eşit saygı gösterilmesi adına verdiği ölümcül mücadelesi konu edilmektedir.

Soruyor tabii insan ister istemez:
“Bu tarihi tekrarlar, değiştirilemeyen Tanrı yazgısı mıdır acaba Anadolu’nun?” diye..

Hiç yorum yok: